60’lı, 70’li yıllarda “Sol” ve “Sağ” olarak adlandırılan çevreleri, toplulukları yakından tanıyan birisiniz. O dönemin kültür-sanat hayatından bize bahsedebilir misiniz?
O dönem… Nurlar içinde yatsın, Üstad Necip Fazıl sosyalizmden, komünizmden bahsettiği bir konferansında çarpıcı bilgiler paylaşmıştı. Biz de, Marks başta olmak üzere sol çevrenin okuduğu kitapları da okuyanlardandık. Bu ideolojinin diline aşinaydık. Üstad’ın konuşmasında İslâm’ın toplum görüşünü anlatırken Marks’ın ileri sürdüğü prensipler, birtakım tabirler geçiyordu. Konferans sonunda Üstad’ın yanına geldim ve bu hususu sordum. O da, “Marks bunları İslâm’dan almıştır” dedi. Ben, “Efendim solcular bunu Marks’tan diye biliyor.” deyince, “onlara anlatın bunları, bilmiyorlar.” dedi. Üstad’ın bu sözü benim için “emir”di. Fırladım, Yeşilçam’a… Orada bir kahvehaneye girip oturdum. Ne ben kimseyi tanıyorum; ne kimse beni. Yeşilçam, Beyoğlu’ndaki Emek sinemasının aşağı tarafında, film şirketleri, senarist, yönetmen, müzisyenlerin uğradığı sokak. Baktım; karşımda akranlarımdan bir adam oturuyor. Tenha bir saat, tanıştık. Adı, Erdoğan Tokatlı. Yeşilçam’ın en usta yönetmen ve senaristlerinden. Kaynadık birbirimize. Erdoğan, inançsız, komünist bir adam. Benim tam zıddım. Ama dost olduk. Bahsettiğim meseleleri konuşuyorduk. O beni dönemin Marksist sinemacılarından Metin Erksan’a götürdü. Ben, daha önce Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filmini seyretmişim, etkilenmişim. Çünkü filmi seyredince, ‘Marksist bir yönetmenden millî motiflerin hakim olduğu bir filmi nasıl çıkar’ diye insan sormadan edemiyor. O filmde Türk musikisinin önemli unsuru ud ile solo sahneleri yer alıyor. Zira o dönem Türk musikîsi çok horlanıyor, “tu kaka” gösteriliyordu. Bu arada ben de, TRT organizasyonuyla hazırlanacak bir programda, ud solosu eşliğinde şiir okumaları yapacağım inşallah. Erdoğan’la bir başka sohbetimizde Ertem Gönenç’in bir filmi bahis mevzuu olmuştu. “Karanlıkta Uyananlar” diye… İşçi dünyasını anlatıyor. Erdoğan, bu filmi sıkı bir şekilde tenkit etti. Metin Erksan da yanımızda. Tophane’deki İtalyan yokuşu üzerinde bir apartmanda oturuyordu. Ben, fırsat bulup konuşmaya başladım çünkü işim nedeniyle acil çıkmam gerekiyordu; söyleyeceklerimi söyledim ve eyvallah deyip çıktım. Metin Erksan beni sormuş Erdoğan’a… Erdoğan da, “faşist, gerici bir arkadaşım.” demiş. Erksan da, “bu arkadaşı dönüştürelim ya.” demiş.
Müslümanların kültürde, sanatta keyfiyeti nedir o dönem?
Zamanla MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) bizim yani inananların eline geçti. İsmail Kahraman’dan sonra gelen merhum Nizamettin Bey’in döneminde ben de gazetecilikle meşgulüm; Bugün gazetesinde köşe yazarıyım. O sıralar yönetmen Halit Refiğ’in de “Ulusal Sinema Kavgası” kitabı yayımlanmış, bir takım yanlışları olsa da dikkatleri üzerine çekmişti. Halit Refiğ’in başlattığı tartışma nedeniyle onunla da görüşmüşler. “Ulusal Sinema”, bizim dilimizle “millî sinema” üzerine büyük bir açık oturum düzenlenecek. Doktor Ezel Elverdi vardı. Rahmetli Nurettin Topçu’nun yeğenidir. Elverdi, benim de davet edilmemi istemiş. Oturumu ben yönetiyorum; ilgi büyük, salon kalabalık. “Deve dişi” gibi herifler gelmiş. Metin Erksan gelenlerden biri. Halit Refiğ de orada. Metin Erksan’a, işte Üstad’ın az önce belirttiğim teşhisleriyle ilgili sual sordum. Baktım; Metin Erksan da aynını söyledi. “Marks” dedi; “bu teorilerini İslam kaynaklarından almıştır.” Anlayacağınız hepsi “güneş”i keşfetmiş. Merhum Ayşe Şasa da onlardandı. Onlar Müslüman bir topluluk halindeydi. Tabii sualim üzerine Erksan bunları söyleyince alkıştan ortalık yıkıldı. 27 Mayıs Darbesi Müslümanları Sindirdi
Müslümanların kültür ve sanatta zaaf belirtmesini neye bağlıyorsunuz?
Kültür ve sanatta Müslümanların aleyhine gerçekleşen birinci kırılma noktası 27 Mayıs darbesidir. Toplum sindirilmişti. Siyasi mahiyette ele alınmalıdır. Mesela ben, 60’larda “Demokrat Parti Gençlik Kolları Başkanı” idim. O dönem bir havacı yarbay Fatih’e kaymakam tayin edilmişti. Bu adama işim münasebetiyle her gün giderdim. Çünkü babam, Fatih ilçe sınırlarına dahil olan Beyazıt’ın Nahiye Müdürü idi. Her gittiğimde beni dövüyordu. Neden biliyor musunuz? Güya gençlik kolları silahlıymış. Bana da ‘silahlar nerede’ diye sorup duruyor, ‘bilmiyorum’ dedikçe falakaya yatırıyorlardı. Oysa silah falan yok. Sonra çıkıp geliyordum. Şimdi karikatür gibi gelir ama biz bunları yaşadık. Dahası var. Üstad’ın “Ulu Hakan Abdulhamid” adlı bir eseri çıkmıştı. O eseri sahneye koydurdum. Anadolu’da tam 519 temsil sergiledik. İstanbul’a döndük. 1968’li yıllar. Yenikapı’da 11 kişi tarafından saldırıya uğradım. Ne ağzım kaldı ne burunum.
Sebep, Abdülhamid düşmanlığı?..
Evet. Abdülhamid düşmanlığı böyle aptalca bir düşmanlık işte. II. Abdülhamid o zaman da hatırlandı fakat büyük baskı vardı Müslümanlar üzerinde. Ben sonradan “Gök Sultan”ı da yazdım gerçi. Bazı arkadaşlar Ankara’da bir dergi etrafında toplandılar. Ancak onların avantajları bizde yoktu. Siyasi himaye görüyorlardı. Nazım Hikmet önceleri karpuz tezgahı açıp onunla geçinirdi. Gelene telkin, propaganda yapardı. Mina Urgan hatıralarında anlatır. Bakın; Mina Hanım, soyadını Üstad’ın koyduğunu söyler. Soyadı kanun henüz yeni çıkmış. Mina Hanım bir takım şairane soy isim örnekleri sıralamış. Üstad, “maddi olsun… Urgan!” demiş. O da Urgan yaptırmış soyadını. Solcu ama Üstad’ın hayranlarından. Mina Urgan, Falih Rıfkı Atay’In evlatlığıdır. Üniversitede Halide Edip Adıvar’ın yanında yetişmiştir. Nazım Hikmet’in karpuz sergisini Urgan anlatıyor hatıralarında. Bunların da kendine has dünyaları var; serbest. Bizde de bir sürü disiplinler var. Zor iştir. Ne diyor Necip Fazıl; “zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir.” Onun gibi… Ayşe Şasa, babasını reddetmiştir. Avni Şasa İstanbul’un en zengin adamı. Vehbi Koç’un bile adı yok o zamanlar. Tanıştım babasıyla. Cihangir’de Atilla Tokatlı’dan ayrıldıktan sonra oturduğu daireye özel çıkan asansörü vardı. Erdoğan’la giderdik. Ayşe Hanım’ın büyük bir “long play”i vardı. Biz de kendimize göre enayice Batı müziğinin senfonilerini dinlerdik. Ben Beethoven, Erdoğan Bach hayranıydı. O çalar, biz dinlerdik. Erdoğan’ın “Son Kuşlar” isimli Yeşilçam’da epey sükse yapmış filminin senaristlerinden biri de Erdoğan’dı. Benim de biraz katkım olmuştu. Ayşe Hanım’a derdim ki, “şu arkadaşına bak… Ulan, Bach ruhçu! Ne alaka, görmüyor musunuz.” Böyle bir dünya. Şimdi yok böyleleri…
Üstad tiyatroya çok büyük önem vermiş. Sinemadan da üstün tutuyor. Malumunuz ciddi sayıda tiyatro eseri var. Üstad’ın tiyatroya olan ilgisine dair neler söyleyebilirsiniz?
Elbette… Üstad büyük bir sanat adamıydı. Onun hakkında hatıralarım var; yarım kaldı. Dua edelim de onu bitirelim inşallah. İsmini de buradan ilân edeyim; “Toz Kanatlı Kelebek: Necip Fazıl Kısakürek”. Kapağının kenarında da küçük bir dörtlüğü var;
“Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim, Minicik gövdeme yüklü Kafdağı. Bir zerreciğim ki arşa gebeyim, Dev sancılarımın budur kaynağı.”
Üstad, sert adamdı. Sertlik ona yakışırdı. Şimdi Üstad’ın tiyatroya alâkası artistik bir canlılık halindeydi. Konferanslarında da bunu belli ederdi. Aktör tavrı. En yakın tiyatrocu arkadaşı Muhsin Ertuğrul’du. Ertuğrul “solcu” bir adam ancak Üstad’ın hayranıydı. Rusya’da yetişip gelmiş. Üstad’ın “Bir Adam Yaratmak” adlı eserinin oyununda baş rolü oynamıştı. Bu eser hâlâ seçkin bir eserdir. Büyük Doğu klâsiğidir.
“Reis Bey’i Tiyatroya Taşıdım” ‘Reis Bey’ hâlâ oynanıyor mesela…
Evet. Ha… Reis Bey’in hikâyesini anlatayım size. Üstad, 1960, 27 Mayıs darbesi olunca hapsedildi. Demokrat Parti iktidarını müdafaa ediyor iddiasıyla. Onun “Son Vade 1960” başlıklı yazısını okuyunuz. “Ya Ol Ya Öl” yazısını. DP ve lideri Adnan Menderes’e hitaben yazılmış yazılardır. DP sempatizanı görünen veya öyle zannedilenler de hapse alınmıştı. Onların hepsi serbest bırakıldı. Bir tek Üstad içeride kaldı. O sıralarda, sağcıların bir araya geldiği Aydınlar Ocağı diye bir kuruluş var. Onun da anası sayılan Aydınlar Kulübü vardı. Beyazıt’ta, Kanaat İşhanı’ndaydı. Ayhan Songar, Nevzat Yalçıntaş, Süleyman Yalçın gibi ağabeylerimiz gelirdi. Üstad ise Toptaşı Cezaevi’nde. Evleri kira, çocukları var, mağdur. Hanımefendi elbiselerini satacak kadar korkunç bir mahrumiyet içinde. Boğazlarına kadar borca batmışlar. O zamanın Büyük Doğu dergisinin genel yayın yönetmeni Hüseyin Rahmi Yamanlı. Nur içinde yatsın. O, sağdan soldan öteberi, para bulup Üstad’ın evine getiriyor. Muhsin Ertuğrul’un Üstad’la dostluğu ileri ama onun bu durumdan haberi yok. Bir fırsat bulup Üstad’ı hapiste ziyarete gidiyor. Necip Fazıl’a, “benim için zevkle, seve seve oynayacağım bir oyun yazar mısın” diyor. Üstad gülüyor; “kafamda böyle bir oyun var; okuyunca bayılacaksın” diyor. İşte “Reis Bey” buradan doğmuştur. Hapishanede yazdı onu. Nitekim eser geldi; Muhsin Bey Şehir Tiyatrosu’nda hüngür hüngür ağlayarak okuyor. Derken isyan çıkıyor. Erol Keskin başta olmak üzere solcu kesimden uğultular halinde nümayiş, protestolar yapıyorlar tiyatroda. Şimdiki TRT binasının bulunduğu Tepebaşı’nda. O zaman ahşap bir binaydı. “Süper Mürşid’in oyunu Şehir Tiyatrosu’nda oynanamaz!” filan diyorlar.
Neden?
Onu Erol Keskin’e sorabilirsin. Geçenlerde Şehir Tiyatrosu galasında gördüm onu. Çocuklaşmış, eşi sağa sola götürüyor. Allah bizi o hale düşürmesin. Neyse… Üstad bana emir verdi; “git eseri al, gel” dedi. Eseri aldım, getirdim. Benim o mekânâ rahat girmem mümkündü. Çünkü oradaki kütüphanenin müdürü, beş vakit namaz kılan halam idi. Nadide İnanç, Allah rahmet eylesin. O zamandan itibaren bir tek eseri repertuar dışı kalmıştır Üstad’ın. Nasip oldu. Repertuar Kurulu Üyeliği’ne atandım. Zamanın belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından. O zaman da Reis Bey’in oyunu geldi. Savunması bana nasip oldu. Ve repertuara girdi, şimdi oynuyor. Böyle çileler yaşanmış. Necip Fazıl’ın sanat yönü çok büyüktür, çok derindir. Bahri Zengin adında bir arkadaşımız vardı. Yüksek Makine Mühendisi. Onunla münakaşaya girer, inat ederdi. Üstad gayet nazik, mülayim davranırdı. Nazım Hikmet ile Üstad arasında pek bilinmediğini düşündüğünüz bir vakıa var mı? Nazım Hikmet, Bursa’da cezaevinde bulunduğu sıralarda onu en çok ziyaret eden kişi Necip Fazıl’dır. Bu pek bilinmez. “İki zıt şair” olarak karşılaştırılıyor o dönem. Nazım Hikmet bir gün şöyle ‘takılıyor’ Necip Fazıl’a, “hoş geldin meleklerin hocası!..” Meleklerin hocasından kastı, “Azazil”, yani şeytan. Üstad ise hiç istifini bozmadan, “hoş bulduk Asiye’nin kocası!” diyor. Asiye kim olarak bilinir. Firavun’un karısı! Geçenlerde bir arkadaşımız sohbet sırasında anlattı. Nazım Hikmet’i yurt dışında gezerken bir ara namaz kılarken görmüş… Bilemeyiz.
Üstad’ın “Anadolucu” kimliği öne çıkardı malumunuz…
Nurettin Topçu da Anadolucu idi. Nihal Atsız’ın ırkçı çıkışlarına karşı öne sürülmüş de olabilir diye düşünüyorum. İdeolocya Örgüsü’nde geçer. Üstad bu tabiri de açar. Hem MHP’yi müdafa eder, hem de partici görünmek istemezdi. Siyasete mesafeliydi aslında.
“Beni Kurtaran Necip Fazıl’dır”
Büyük Doğu yayınlarının toplumdaki etkisini nasıl görüyordunuz?
Ben mesela… Her şeyimle “Büyük Doğucu”yum. Büyük Doğu olmasa, sıradan solcular gibi dangalağın biri olabilirdim. Beni kurtaran Büyük Doğu’dur; Necip Fazıl’dır. Bir de onun, “Büyük Doğu’nun düşük çocukları” olarak adlandırdığı tipler var. Şu söz çok doğrudur; “Buz dağını hohlaya hohlaya erittik, şimdi geç geçebilirsen çamurdan…” İsim geçmeyelim şimdi. Ama buz dağını hohlaması da doğru, ortalığı vıcık vıcık ‘çamur’ basması da doğru. Üstad Büyük Doğu dergisini çıkarırken bir ara, “Yahu çocuklar Sezai’yi görüyor musunuz” demişti. Biz de, “arada bir Cağaloğlu’nda rastlıyoruz kendisine efendim” dedik. “Yahu neden gelip telif ücretini almıyor?” dedi. Teliflerini toplamış. Çekmeceyi açıp gösterdi. “Bir sakarlık ederim, harcarım parayı sonra… Şunu bulun hemen gelsin parasını alsın.” dedi. Derken, bir tıkırtı oldu kapıda. Çekmeceden tabancasını çıkardı. Kocaman bir tabanca. Kapı bir açıldı; Sezai abi… Üstad, “Sezai! Yahu gel, paranı vereyim.” Ben şahidim. Aziz Nesin bir mektup yazmış Üstad’a. Gazete çıkaracağını bildiriyor. Üstad’da kuruş yok. Nesin, bir rakam yazmış. Üstad reddetmişti. Ben de bilgiçlik yapıyorum aklımca, “neden almıyorsunuz Üstad’ım” dedim. “Ne yani para için kendimizi mi satalım. Bana bak, teke nasıl kokar bilir misin?” diye sordu. “Nasıl kokar Üstad’ım” dedim. “Erkek gibi kokar ulan… erkek gibi. Ben de öyle erkeklik kokarım, herkes anlar” demişti. Aziz Nesin de Üstad’ın hayranıydı. Kabul etmemişti Üstad. Allah rahmet eylesin…
Aylık Dergisi 176. Sayı
Kaynak: Aylık Dergisi