Bir Türkçe Aşığı: Sara Gürbüz Özeren
“Yazdıklarım, çocuklara hoşça vakit geçirsinler diye kaleme alınmış şeyler değildir. Her hikâye, eninde sonunda çocuğun dimağında bir tortu bırakır. Çocuk, okuduğu hikâyede kendini bulur.”
Şu zamana kadar çocuk edebiyatı alanında yüzlerce esere imzasını atmış bir yazar olarak çalışmalarınızın karşılığında Türk Dil Kurumu ve ESKADER ödüllerini kazandınız. Bu ödülleri nasıl aldınız?
Ben Türkçenin arı, duru konuşulduğu bir coğrafyada doğdum. Babamın halk ozanlarına olan sevgisi neticesinde ozanların kullandığı hikâye diline kulak dolgunluğum oldu. Esasen babam da bir halk ozanıydı. Bu yüzden dilimizi konuşurken ve yazarken doğallığından uzaklaşmıyorum. Anam, atam nasıl konuşuyorsa öyle yazıyorum. Deyimleri, nükteleri, atasözlerini kullanmaktan çekinmiyorum. Sanırım benim bu üslubum Türkçeye gönül vermiş birileri tarafından fark edildi. Arkasından da bu ödüller geldi.
Sara Hanım, yaşayan dilimiz Türkçenin geleceği için hangi duyarlılıkları göstermeliyiz?
Türkçe bizim dilimiz. Millet olmamızı sağlayan unsurlardan biri ve belki de en önemlisi. Onu korumak ve yaşatmak bizim görevimiz. Ancak bunu yaparken çok dikkatli olmalıyız. Türkçeyi sadeleştireceğim diye Türkçeye mal olmuş kelimeleri dışlarsak dede ile torunun, anne ile çocuğun, öğretmenle öğrencinin arasındaki iletişimi koparırız.
Unutulmamalıdır ki, Anadolu kıtaların arasında yer alan bir kavşaktır. Dünyanın en önemli ticaret yolu buradan geçer. Hâl böyle olunca Türkçenin başka dillerle etkileşime girmesi gayet doğaldır. O dillerden bizim dilimize girmiş kelimeler artık fethedilmiş kelimelerdir. Onları ayıklamaya çalışmak, dili kör baltayla budamaya benzer. Türkçeyi yozlaştırır. Bir yüzyıl içinde yetişmiş şair ve yazarları anlayamaz hâle geliriz. Hatta bunu şu anda çocuklarımız yaşıyor. Bakıyorsunuz durup dururken bir kelimenin katline ferman buyrulmuş. O kelimeyi kullanmakta ısrar edenler cahil yerine konuyor. Bu çok anlamsız bir durum. Size bir örnek vereyim: Bizim binlerce yıllık ahlak, edep, terbiye, töre gibi kelimelerimiz dururken ne oldu, nasıl oldu, bilinmez, birdenbire bir “etik” lafıdır gidiyor. Hani siz Türkçeyi sadeleştiriyordunuz?
Peki, benim ninemin söylediği bir kelimenin yerine Yunanca bir kelimeyi neden koydunuz?
Yunus ne demiş? “Girdim ilim meclisine Kıldım ilim talep Dediler ilim geride İlla edep illa edep”
Şimdi eğri oturup düz konuşalım. “Etik” kelimesiyle nasıl bir şiir yazacaksınız? Türkçenin o canım tınısını bu kelimede bulabiliyor musunuz?
Bir de tabelalarımız, ürün adlarımız var tabii. Yüzde yüz yerli bir üretime yabancı bir ad vermek moda oldu. Hatta o kadar ileri gittik ki Türkçe kelimelerin sonuna yabancı ekler getirdik. Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesinin karşısındaki sinema salonunun adını “cinecafe” yazabiliyoruz.
Bütün bunlar içimi acıtıyor. Umarım bu gafletten uyanırız. Çanakkale’de, Dumlupınar’da vatanımız için gösterdiğimiz kahramanlığı Türkçemize sahip çıkma için de gösteririz.
İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğünün Damla Yayınevi’nden çıkan “Vatanın Kilidi Çanakkale” kitabınızı İstanbul’daki tüm okullarda dağıtacak olmasını nasıl karşılamaktasınız?
Çok mutlu oldum tabii. Bu mutluluk, kendi yazdığım bir kitaba gösterilen ilgiden çok, Çanakkale ruhunun gençlerimize aşılanma gayretindendir. Şüphesiz İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü, başka il müdürlüklerine örnek olacak bir girişimde bulunmuştur. Canıgönülden kutluyorum. Ayrıca sarf edilen bir emeğin karşılık görmesi, takdir edilmesi insanın hoşuna gidiyor. Daha çok araştırmak, daha çok yazmak ve daha çok okura ulaşmak istiyorsunuz. Ve ben bunu başardım diyebiliyorsunuz. Bu, olağanüstü bir şey.
Çanakkale Serisi’ni hazırlarken ne gibi sürprizler ya da zorluklarla karşılaştınız? Olayların geçtiği mekânları gezip inceleme fırsatınız oldu mu?
Çanakkale’yi karış karış gezdim. Hem de değerli bir rehber eşliğinde… Öyle bir an geldi ki Gelibolu’nun toprağını ayağımla çiğnediğim için kendimden utandım. Nereye ayak basacaktım? Zığındere’de Gurkaların hunharca öldürdükleri yaralı askerlerin yattığı yere mi, “Niçin zahmet buyurdunuz Ya Resulullah? Ben size geliyordum.” diyerek şahadet şerbetini içen Yarbay Hasan’ın kanını akıttığı yere mi, kendi cenaze namazlarını kılan Oflu Ali ve arkadaşlarının aziz hatıralarının saklı olduğu toprağa mı? Yıllardır görmediği oğlunun cansız bedenini kucaklayan, sonra da eliyle defneden Balıkesirli babanın gözyaşını akıttığı sipere mi? Kendi yarasına ot tıkadığı hâlde düşmanının yarasını sağaltmaya çalışan o eşsiz neferin uyuduğu tümseğe mi? Söyler misiniz, böyle kutsal bir toprak çiğnenir mi?
Karşılaştığım güçlüklere gelince, isterdim ki Çanakkale gazileri aramızdan ayrılıp ebediyete göçmeden her birinin yaşadıklarını dinlemiş olalım. Bizim bildiklerimiz, Çanakkale’de yaşananların binde biri bile değil. Daha çok bilgiye ve belgeye ulaşabilseydim diye hayıflanmanın dışında kayda değer bir zorluk yaşamadım.
Benim bir yıllık yorgunluğum, Çanakkale’de bir kurşun atımlık zaman diliminde bir Mehmetçiğin çektikleri karşında nedir ki, kalkıp şu zorluklarla karşılaştım, şu güçlüklere göğüs gerdim diyeyim. Kahraman ecdadımıza saygısızlık olmaz mı? Hepsinin ruhu şad olsun!
Yazmış olduğunuz eserlerde tarihi romanların özel bir yeri olduğunu görmekteyiz. Yazdığınız eserlerle yeni kuşaklara özellikle aktarmak istediğiniz mesajlar nelerdir?
Bunda öğretmen olmamın payı büyüktür diye düşünüyorum. Çocukların gözlerinin içine bakınca onlardaki saf ve pırıl pırıl ışığı görebiliyorsunuz. Dünyadan bihaber geliyorlar karşınıza. Geleceğimizin teminatı olan bu yavrulara millî ve manevi değerleri vermeniz gerekiyor. Onlara köklü bir milletin evlatları olduklarını sezdirmeniz gerekiyor. İnsan onurunun paha biçilmeyecek bir erdem olduğunu öğretmeniz gerekiyor. Bütün bunları göz önüne alınca tarihi anlatmadan geçemiyorsunuz. Bununla birlikte ben, her konuda yazıyorum. Ancak yazdıklarım, çocuklara hoşça vakit geçirsinler, eğlensinler diye kaleme alınmış şeyler değildir. Her hikâye, eninde sonunda çocuğun dimağında bir tortu bırakır. Çocuk, okuduğu hikâyede kendini bulur. Şu anda çalıştığım okulda birçok çocuk Gökçe’nin Günlüğü’nden esinlenerek günlük tutuyor. Öğretmenler, ünitelerin sonunda Bir Mikrobun Günlüğünden’i veya Küçük Su Damlasının Dünya Turu’nu okutuyorlar. Çılgın Dede serisi çocukları araştırmaya, bilim dergileri okumaya yönlendirdi. Bunları görünce iyi ki yazıyorum diyorum.
Damla Yayınevi’nden yeni çıkacak olan “Yaşayan Atasözlerimiz” serinizi yazma safhasında çocukluğunuzda dinlediğiniz masalların ve hikâyelerin yazma sürecine katkısı nelerdir?
Elbette ki çoktur. Ben şimdilerde geniş aile diye tabir ettiğimiz bir ailede büyüdüm. Konu komşu iç içeydik. Geleneklerimizi, göreneklerimizi bize öğreten olmazdı. Çünkü zaten geleneğin içinde yaşardık. Ana dilimizi öğrenir gibi öğrenirdik geleneği. Kısacası apartman çocuğu değildik. Şimdiki çocuklara göre söz dağarcığımız daha zengindi. Aile meclislerinde iyi birer dinleyiciydik. Şimdi öyle değil ne yazık ki. Ev ortamında konuşmalar sınırlı. Basit cümleler, kısa cevaplar… Gerisi yok. Üzerine bir de televizyon karşısında veya bilgisayar başında geçirilen saatleri ekleyin. Çocuk, dilindeki zenginliği nereden ve nasıl öğrenecek?
Sanırım benim şansım, çocukuğumun geçtiği ortamdan kaynaklanıyor. Bir de babamdan aldığım hazır cevap oluşum var tabii. Hâl böyle olunca atasözlerimizi, deyimlerimizi günlük yaşamın içine sokmak bana zor gelmedi. Aksine büyük bir keyifle yazdım.
Eğitimci kimliğinizi göz önünde bulundurarak sormak istiyorum. Öğretmenlerimizin çocuk edebiyatını öğrencilerimize sevdirmesi için hangi yöntemleri kullanmaları gerekmektedir?
Bu konuda anasınıfı ve birinci sınıf öğretmenlerine çok iş düşüyor. O çağdaki çocuklara bol bol masal anlatılmalı. Hatta yeri ve zamanı gelince masalı yarıda bırakarak ertesi gün tamamlamalı. Çocuk masalın sonunu merak etmeli. “Ah, okuma bilseydim de eve gidince okusaydım! Sonunda neler olacak görüverseydim!” demeli. Yani çocuğu okumaya karşı iştahlandırmalı ki çocuk okuma öğrenir öğrenmez dört elle kitaba sarılsın. Ayrıca seçilen masallara dikkat etmek gerekiyor. Çocukta mutlaka ilgi uyandırmalı ve bu ilgi diri tutulmalı. İlerleyen sınıflarda kitap okumaya daima öncelik tanınmalı diye düşünüyorum.
Kitap okumak, boş zamanları değerlendirecek bir iş değildir bana göre. Ders çalışmak, sınav olmak kadar önemlidir. Bunun için okullarda okuma saatleri konuluyor. Çocuk öyle yetiştirilmeli ki okuma saatlerini iple çekmeli.
Okuyan, çok okuyan bir nesil yetiştirmek istiyorsak sınavları en aza indirmek zorundayız. Hatta sınavların içine okunan kitaplarla ilgili sorular katmalıyız. Bilgiye ulaşmanın yolu, okuduğunu anlamaktan geçer öyle değil mi?
“Çılgın Dedemin Zaman Makinesi” serinizin bilge kahramanı Akif Yurttançıkmaz ile geçmişe bir yolculuk yapıp ünlü edebiyatçılarımızın bulunduğu bir kahvehaneye uğrasaydınız, masanızda hangi yazarların bulunmasını isterdiniz?
Muhakkak ki bilinen ve çok okunan yazarların olduğu bir masaya uğramak hoşuna giderdi kahramanımızın. Söz gelimi Eflatun Cem Güney’den masal dinlemek isterdi. Ömer Seyfettin’i, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı, Reşat Nuri Güntekin’i tanımaktan mutlu olurdu. Fakat Akif Hoca, en çok âşıkları tanımak, onlarla birlikte bir köy odasına, bir kasaba kahvesine, bir şehrin kıraathanesine konuk olmayı arzu ederdi. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi, kahramanımız geçmişi araştırarak bugünkü çocukları bilgilendirmeyi kendine iş edinmiş. Eee, hâl böyle olunca ta Çin’den, Hindistan’dan tutun da Balkanlar’a kadar uzanan o geniş coğrafyada söylenen masalları, menkıbeleri, hikâyeleri dilden dile söyleyen, kulaktan kulağa aktaran, omzunda sazı, memleketin en ücra köşesine ulaşan halk âşıklarını unutmazdı sanırım. Birçok yazara esin kaynağı olmuş Bin Bir Gece Masalları, tıpkı bir kar topu gibi yuvarlandıkça büyümüş ve günümüze kadar gelmişse, bunu edebiyatın o adsız kahramanlarına borçluyuz. Akif Hoca böyle bir fırsatı asla kaçırmazdı.
Ahmet Özel - Eğitim Dünyası - İlkbahar 2012 - Sayı: 3