Takvimler 27 Aralık 1939’u gösteriyordu. Zemheri ayı girmiş, diz boyu kar yağmıştı. Herkes sobasını yakmış, sıcacık evlerinde yemeklerini yemiş, soğuk ve uzun kış gecesinde kimisi sobasının üstünde kestane pişirmiş, kimisi de mısır patlatmıştı. Çocukların uykusu gelip yatınca, büyükler de kendi işlerine bakmışlardı. Bazı aileler tahta tekneye hamur mayalamış, ertesi günü tandır ekmeği yapmaya niyetlenmişti.
Gece saat 02.30 civarı sokakta köpekler havlıyordu. Birden yeraltından korkunç homurtu ve gürültüler duyuldu. Ardından şiddetli bir sarsıntı ile her şey sağa sola savrulmaya başladı. Bir dakikaya yakın devam eden deprem, kerpiç duvarları ve toprak damları yerle bir etmişti. On binlerce insan diri diri toprağa gömülmüştü.
Sonuç: 7,9 büyüklüğündeki deprem, 33 bin can kaybına sebep olmuştu.
Türkiye’nin nüfusu ise 1940 sayımına göre 17 milyon 820 bindi.
DEPREM ŞEHRİ ERZİNCAN
Erzincan’da doğup 18 yaşına kadar bu şehirde yaşayan biri olarak, çocukluk ve gençliğim deprem hikayeleri, daha doğrusu felaket hatıraları dinleyerek geçti. 1939 depremini yaşayanlar, bu büyük olaya felaket derlerdi. Hatta bu tarih Erzincan için milat olmuştu. Halk, “Felaketten önce” ve “Felaketten sonra” diyerek hayatını ikiye ayırmıştı.
Yerle bir olan şehirde her fert eğer eceli dolmamışsa ve yaşıyorsa mutlaka toprağın altından çıkmıştı. Daha sonra eksi 15-20 derecedeki soğuğa karşı bir mücadele başlıyordu. Karnını doyurma, barınma, ilaç bulma neredeyse imkansız hale gelmişti. Demiryolu ağı Allah’tan bir yıl önce Erzincan’a ulaşmıştı. Fakat buna rağmen Ankara’dan ilk yardım ancak iki gün sonra gelebilmişti.
Rahmetli dedem Emirmusa oğlu Gazi Ahmet Onbaşı, 1. Dünya Savaşı’nda Pasinler cephesinde savaşırken Ruslar’a esir düşmüştü. 1916 ile 1921 arasında tam beş sene Moskova’da esaret hayatı yaşamış, sonra firar ederek yurduna dönmüştü. 1922’de İstiklal Savaşı’na katılarak büyük zaferi yaşamış, 30 Ağustos’ta da terhis olup yaya olarak Erzincan’a gelmişti.
Tam 12 sene sonra döndüğü köyünde, kendisinden haber alamayan ve şehit olduğunu düşünen hanımının bir başkasıyla evlendiğini öğrenen Ahmet Onbaşı, bu haberle yıkılmıştı. Sonra yeniden evlenerek üç çocuk sahibi olmuş, çiftçilik yaparak evini geçindirmeye başlamıştı. Yazları köyde, kışları ise şehirde kalıyorlardı.
FELAKETİN BÜYÜKLÜĞÜ SONRA ANLAŞILDI
O felaket gecesini rahmetli babam, her seferinde aynı korku ve heyecanla bize şöyle anlatıyordu:
“Çok soğuk günlerdi. Kış çok çetin geçiyordu. Diz boyu kar yağmıştı. O gece yattıktan bir müddet sonra, korkunç bir gürültüyle uyandık. Her yer sarsılıyor, duvarlar yıkılıp dam üzerimize çöküyordu. Ağzımıza burnumuza toz toprak dolmaya başladı. Ben 12 yaşımdaydım. Ağabeyim 15, kız kardeşim 10 yaşındaydı. Biz hep bir ağızdan ‘Baba bizi kurtar!’ diye bağırmaya başladık. Bir müddet sonra sarsıntı durdu. Üzerimdeki toprağın ağırlığını hissettim. Kalkmaya çalıştım, kalkamadım. Elimle yüzümü, gözümü silmeye, ağzımı temizlemeye çalıştım. O sırada babamın sesini duydum. Kısa zamanda gelip bizi toprağın altından çıkardı.”
Haberleşme ve ulaşım sınırlı ve çok zor şartlarda yapıldığı için felaketin büyüklüğü ilk anda anlaşılmamıştı. Ancak günler sonra çevreden acı haberler geldikçe yaşanan depremin binlerce can aldığı, on binlerce insanın yaralanmasına yol açtığı ortaya çıkmıştı. Erzincan vilayetinde istasyon binası ile birkaç harabeye dönmüş yapıdan başka her şey yerle bir olmuştu. Artık bu şehirde, bu şartlarda yaşamak imkansız hale gelmişti.
Hükümet derhal vatandaşları çevre illere göndermek üzere bir plan hazırladı. Ahmet Onbaşı da oğullarının ısrarı ile Kahramanmaraş’a gitmeye karar verdi. Alabildikleri basit birkaç eşya ile birlikte istasyona geldiler. Bindikleri kara tren acı acı düdüğünü çalarken, çıkardığı simsiyah dumanlar sanki onların bahtını karartmıştı. Hiç bilmedikleri bir şehirde, ne yapacaklardı. Şaşkın, üzgün ve korku dolu gözlerle, vagonun penceresinden harabe haline gelmiş olan Erzincan’ı seyrederken, yine de canları sağ olduğu için Allah’a şükrediyorlardı.
1976 VAN MURADİYE DEPREMİ
Yedek subay olarak vatani vazifemi yaparken Van Muradiye depremini yaşadım. İlk defa böyle şiddetli bir sarsıntıyı gündüz gözüyle görüyordum. 24 Kasım günü Askeri garnizonun bahçesinde ağaçlar kökünden sökülür gibi sallanıyor, hiç kimse ayakta duramıyordu. Çökmek zorunda kalıp, tekbir, tehlil ve salavat ile o saatler kadar uzun saniyelerin geçmesini bekledik. Sarsıntı bitince yakın bir yerde şiddetli bir depremin olduğunu tahmin etmiştik. Nitekim yarım saat içinde Muradiye ve Çaldıran’ın yerle bir olduğu haberi gelmişti.
Komutanlarımızın emriyle yardım konvoyunun hazırlıklarına başladık. Mercedes marka Unimog kamyonetlere; çadır, kazma, kürek, giyim, yiyecek ve ilk yardım malzemeleri yükleyerek yola koyulduk. Lapa lapa yağan karın bembeyaz yaptığı tepeleri ve ovaları geçip Muradiye ilçesine vardığımızda, zifiri karanlık olmasına rağmen şehrin harap halini görebilmiştik. Gece yarısı vardığımız Çaldıran’da ise Jandarma Tabur komutanlığı binasından başka sanki hiç bir yapı yoktu. Sabaha kadar köyleri dolaşarak enkaz altından çıkan yaralıları kamyonetin arkasında Muradiye Devlet Hastanesi’ne yetiştirdik.
Ertesi sabah Çaldıran’da gördüğümüz manzara yüreğimizi burktu. Şehir değişik yükseklikte taş ve toprak yığınlarından meydana gelen tepeciklere dönüşmüştü. Çünkü binaların çoğu taş ve çamurdan yapılmıştı. Kerpiç evlerin geniş duvarları ve damın kalasları bir derece koruma sağlarken, bu taş ve çamur yapılar bir yığın haline dönüşmüş, altından sağ olarak bir canlının çıkması imkansız hale gelmişti.
Çaldıran Tabur Komutanlığı bahçesine kurduğumuz çadırda zor şartlarda geçen on günden sonra Van’a dönünce, felaketin boyutunu anlamıştık. Maalesef, 7,5 büyüklüğündeki depremde 3500 kişi hayatını kaybetmişti.
1999 GÖLCÜK DEPREMİ
Erzincan’ı sarsan 1992 depreminde İstanbul’dan gece yarısı hareket edip ertesi günü memleketimize varmıştık. Şehrin içler acısı halini görüp, akrabalarımıza ve dostlarımıza yardım etmeye çalışmıştık. Tek veya iki katlı eski evlerin ayakta, sağlam ve betonarme binaların yerle bir olduğunu hayretle ve ibretle görmüştük. Yurtdışından gelen prefabrik (kurma) evlerin yıkılıp yerine yapılan apartmanların yerle bir olduğu sokağımızdaki komşular bizim eve doluşmuştu. Çünkü evimiz, söylendiğine göre 11 büyüklüğündeki depreme dayanıklı, 1950 yapımı kurma evdi.
Erzincan’dan deprem korkusuyla evini köyünü satıp batıya göçenler, yedi sene sonra 17 Ağustos’taki Gölcük Depremine yakalandılar. Yakın akrabalarımdan 4 kişinin enkaz altında can verdiği Gölcük ve çevresinde, 500 Erzincanlının vefat ettiği söyleniyordu. İşte İlahi Kaderin garip cilvesi.
Çok büyük yıkıma sebep olan ve 18 bin vatandaşımızın vefat ettiği Gölcük depremini de, Armutlu’da yaşadım. Ailemle birlikte tatile çıkmış ve 17 Ağustos’ta Armutlu’da konaklamıştık. Gece saat 03.02’de korkunç bir gürültü ve sarsıntı ile uyanmış, çatlamış binanın içinden hızla dışarı fırlamıştık. İstanbul’a dönüş yolunda şahit olduğumuz manzara inanılır gibi değildi. Ya bir rüya veya bir film sahnesi gibiydi. Son araba vapuruna binip Darıca’ya geçtiğimizde bütün yolların kapandığını ve trafiğin kilitlendiğini öğrenmiştik. İstanbul ise korku ve dehşet içinde sokaklara dökülmüş, hayat durma noktasına gelmişti.
YÜZYILIN FELAKETİ
Depremlerle iç içe geçen hayatımda hiç görmediğim, tahayyül bile edemediğim görüntüler karşıma çıktı. Bu kadar geniş bir alanda bu kadar yıkıcı bir deprem gerçekten yüzyılın felaketi oldu. Bütün depremlerde merkez üssünde büyük yıkım olur, çevrede bu etki azalarak kaybolurdu. Bütün çalışma ve yardımlar o merkeze yapıldığı için de nispeten hızlı olurdu.
Bu felaketin 10 ili, yüzden fazla ilçeyi ve çok sayıda köyü vurması, iki büyük depremin üst üste gelmesi, ilkinin insanlar uykudayken gece yarısı olması ve ağır kış şartları olayın boyutlarını tahminlerin kat kat üstüne çıkardı. Allah’tan temennimiz can kaybının artmaması ve yaralı vatandaşlarımızın bir an önce şifa bularak sağlığına kavuşmasıdır. Bu felaketin büyüklüğüne rağmen devletin, resmi kurumların, stk’ların ve vatandaşların olağanüstü gayretleri ve yardımları her türlü takdirin üstündedir. Depremin daha ilk saatlerinden itibaren ciddi bir organizasyonla arama kurtarma çalışmaları, sağ kurtulanlara her türlü yardım ve desteğin verilmesi ve hükümetin felaketi masa başında değil bizzat sahada yönetmesi başarılı çalışmaların anahtarıdır. Maddi manevi hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan yardım ekiplerine, isimsiz kahramanlara gönülden teşekkürü bir borç biliyorum. Allah yardımcıları olsun.
TEKBİRDEN RAHATSIZ OLANLAR
Felakete uğrayanlar enkazdan sağ salim çıkarılırken hem ekiplerin, hem de yakınlarının tekbir getirmesi bazı örümcek kafalıları rahatsız etmiş. Allahüekber kelimesini siyasi bir slogan olarak görüp böyle bir zamanda güya siyasi rant peşinde olanlar kınanmış. Her şeyden önce böyle musibet zamanında insanlara teselli veren dini inanç ve duadır. Din düşmanlığını siyasi slogan diyerek açığa vuran zavallıları muhatap bile almaya gerek yoktur.
Bilinçli ve sorumlu yayın yapan medya kuruluşlarını tebrik ve takdir ederken, basının yüz karası kuruluşları, dine mukaddesata ve millete olan kinlerini adeta kusanları da tel’in ediyorum. Kimisi yardım kuruluşlarını hedef alırken, kimi de dini terimleri suçlu sandalyesine oturtmaya çalışıyorlar.
Böyle bir karikatürde; yıkılmış bir binanın enkazında okunan tabelalar içinde bulunan hırsızlık, rüşvet, malzemeden çalma gibi ahlaksızlıkların yanına kader, fıtrat ve ecel gibi terimleri de eklemiş. Acaba bugüne kadar ecel, kader ve fıtrat inancı yüzünden bir kişinin dahi zarar gördüğü vaki midir? Müslümanlar inançlarını ihmal sebebi yapmazlar. Önce gerekli tedbirleri alıp daha sonra Allah’ın takdirine boyun eğerler. Her durumda Allah’a şükrederler. Bu düşünce musibete uğrayan insanları manevi yönden güçlü kılan psikolojik bir destektir.
Kur’an-ı Kerim’in Teğabün Suresi’nin 11. Ayeti’nin meali şöyledir:
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez. Her kim de Allah’a imân ederse O, onun kalbine hidâyet verir ve Allah her şeyi bilir.”
Bizler binamızı sağlam zemine, teknik şartlara, inşaat yönetmeliklerine uygun yapmakla mükellefiz. Yine yaşadığımız evlerde deprem ihtimaline karşı her türlü tedbiri almak zorundayız. Fakat bundan sonra ancak Allah’a tevekkül ederek hayata devam edebiliriz. Yoksa sürekli bir korku, evham ve tedirginlikle ne uyku uyuyabilir ne de normal yaşantımızı sürdüremeyiz.
ENKAZ ALTINDA MUCİZE
Daha önceki tecrübeler, enkaz altından 72 saate kadar sağ insan çıkabileceğini, bu saatten sonra canlı kalmanın çok zor olduğunu söylüyordu. Hele böyle ağır kış şartlarında bu süre bile uzun sayılırdı. Allah’a şükür 72 saatten sonra yüzlerce vatandaşımız sağ salim enkaz altından çıkarıldı. Hatta 90. saatte bile canlı insanların kurtarıldığına şahit olduk. Bu zor ve zahmetli kurtarma çalışmasını yapan bütün ekipleri tebrik ediyoruz. Gerçekten yaşanan mucizelere en büyük katkıyı yapan bu fedakar insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Fakat unutulmasın ki, o mucizeyi yaratan Allah’tır. İnsanı bir damla sudan yaratan Rabbim, istediği zaman yaşatır, istediği zaman öldürür. Anadolu irfanında “Öldürmeyen Allah öldürmez” diye çok manidar bir söz vardır. İşte 92. saatte 65 yaşında bir hanımefendiyi o enkazın altında yaşatan Allah, insanlara ibret için böyle bir mucizeyi yaratıyor.
Hepimiz, bu büyük felaketten kendimize bir ders çıkarmalıyız. Şahsi olarak hatalarımızı gözden geçirip sorumluluklarımızı yeniden hatırlayalım. Günahlarımıza tevbe edip maddi ve manevi kirlerden temizlenelim. Her an ölümün gelebileceğini düşünüp kötülükten, haksızlıktan, ahlaksızlıktan ve her türlü menhiyattan uzak duralım. Musibetlerin, hastalıkların ilahi bir ikaz olduğunu unutmayalım.
Allah’tan bu felakette hayatını kaybedenlere rahmet, geride kalan yakınlarına sabırlar diliyorum. Yaralı kardeşlerimize acil şifalar temenni ediyorum. Bu musibeti de İnşaallah atlatacağız. Devletimiz ve milletimiz inançlı ve güçlüdür. Bütün İslam ümmeti arkamızdadır.
Allah yar ve yardımcımız olsun. Milletimizin başı sağolsun.
Kaynak: Haber Vakti