Eğitim,

Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?

Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?

Çin’in işgali altında bulunan Doğu Türkistan’da yaşamakta olan Petrol Mühendisi Bayan Gülbahar Heyithacı’nın akıllara durgunluk veren trajik olaylarla dolu günleri, kitabın konusudur.

Gülbahar Hanım, Fransa’ya iltica eden eşi Kerim’in ısrarları ile, çalıştığı firmadan ücretsiz ve süresiz izin alarak Fransa’ya gider. Günün birinde Pekin’den kendisine telefon edilir. Pek de önemli olmayan idârî bir işlem için Çin’e gelmesi gerektiği söylenir. İki kızını Fransa’dabırakarak Çin’e döner. Annesi Urumçi yakınlarındaki Karamay şehrinde yaşamaktadır. O’nun evinde kalır. ‘Çay içmek’ üzere polis karakolundan dâvet edildiğinde gider. Kendisini, cehennemi andıran bir hapishânede bulur. Burada Uygur Türklerinden soydaşları vardır. Fakat Türkçe konuşmak yasaktır. Yasak listesi hayli kabarıktır: Duâ etmek, kavga etmek, açlık grevine gitmek, emirlere uymamak, duvarlara resim yapmak/çizmek, hijyen gereklerine uymamak, hasta kişinin tıbbî bir tedâvi görmesi gerekiyorsa, bundan kaçınması yasaktır. Gülbahar Hanım, hapishâne yönetimine kendisini cezalandırmak suretiyle aşağılama imkânını veya bu yasaklara riâyet etmediği için cezalandırma zevkini tattırmamak için hepsini ezberler, riâyet etmeyi kararlaştırır.

İşkenceler başlamıştır.

Sorguya çekilir. Fransa’da Çin aleyhine yapılan bir protesto toplantısında kızı Gülhumar’ın, Doğu Türkistan Türklerinin Gökbayrağı önünde çekilmiş fotoğrafı gösterilir ve sorulur:

-O’nu tanıyorsunuz değil mi? -Evet, O benim kızım! -Senin kızım bir terörist! -Hayır. Neden bu gösteride olduğunu bilmiyorum.

Defalarca sorulur, defalarca aynı cevabı verir: ‘Kızım terörist değil. Kocam da terörist değil

Sorgulama, tekrarlarla devam eder. Otuz dakika mı yoksa dört saat mi? Gülbahar Hanım, sorgulanan değil, sorgulayanın âmiri imiş gibi sert bir ses tonuyla sorar: ‘Bitirdik mi?

Cevap Gülbahar Hanım’a haddini bildirmek ister gibidir: ‘Bitmedi Gülbahar Heyithacı! Her şey daha yeni başlıyor

Başlayan her yeni süreç, sonsuzluğa uzar….

Çin yöneticilerine göre eline Gökbayrak alanlar teröristtir. Çin devleti aleyhinde konuşma yapıldığı toplantıların içinde veya öyle bir mekânda bulunanlar teröristtir. Namaz kılanlar teröristtir.

Uzun süren devam eden hapishâne günleri biter. Gülbahar Seyithacı’ya kendi elbiseleri verilir. Üzerindekilerle değiştirmesi için oy verme kulübesi gibi bir yere girer. Üzerindekiler, bedenine zamkla yapıştırılmış gibidir. Kirli ve terden kabuk hâline gelmiş deriden farksızdır. Güçlükle onlardan kurtulur. Bu arada, ayaklarındaki zinciri de çekiçle kırarak çıkarırlar. Çünkü kilit paslanmıştır ve anahtar girmemektedir.

Gülbahar Hanım, ‘okul’a gönderilecektir. Okulda Çinlileştirme ve kendi kültüründen, inançlarından ve milliyetinden arındırma eğitimine tâbi tutulacaktır.

Kanı kurumuş, gıdasızlıktan deforme olmuş bir vücut sâhibine anck tiksinti verir. Bu hayat çekilir mi? Ölüm çizgisine en yakın noktada olsa bile çekilecektir. Başka tercih yoktur. Ölmeye bile izin verilmez. Yasaktır.

Sonra?

Sonrası Gülbahar Heyithacı’nın anlattıklarını yazan Rozenin Morgat’ın ifâdeleriyle kitapta…


Hapishâneden kurtulanlar seviniyorsa da gönderildikleri okul, sevinçleri sıfırlamakta gecikmiyor. Çok ağır beden hareketlerinden sonra ‘hazır ol!’ komutuyla sâbitlenen vücutlar, bâzen bir saat, bâzen daha fazla süre ile kımıldamadan duracak. Baygın düşenler, görevlinin çok sert iki tokadı ile kendine getiriliyor. Tekrar düşerse alıp götürülüyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor.

Bu kadar çileye, üstelik yeterli miktarda beslenmeyen, gün ışığına hasret kalmış, rutubetli izbe odalarda yaşayan nahif bir kadın bedeni nasıl tahammül edebilir?

Gülbahar Hanım soruyu cevaplandırıyor: ‘Güçlü Çin yönetimi, bir Uygur (Türk) kadınını susturma kararlılığına rağmen başarısız olmuştur.’

Bu cümle ile verilecek hüküm: Türk Uygurlarda vatanı istilâcılardan / işgalcilerden alacağına dâir inanç, güçlü Çin yönetiminden daha güçlüdür.

Üstelik bu inanç; her sorgulamada her işkencede, güçlenerek tâzelenmektedir.

Gülbahar Heyithacı, yaşadıklarını Fransız Gazeteci Rozenn Morgat’a anlattı. Onun yazdığı kitabı Prof. Dr. Mustafa Daş Türkçeye tercüme etti. Kitaptan birkaç cümle:

*Kamplarda hayat ve ölüm arasında bir fark yoktu. Gece, gardiyanların ayak sesleri bizi uyandırdığında yüzlerce defa beni kurşuna dizmeye geldiklerini sandım…

*Ölüm her yerde sinsi sinsi dolaşıyordu. Hemşireler, bizi aşılamak için soğuk elleriyle kollarımızı tuttuklarında, bizi zehirlemeye çalıştıklarına inandım. İşte burası, hayata geçirilen kamp sisteminin karmaşık hedeflerinin ne olduğunu anladığım yer oldu: Maksatları bizi soğukkanlılıkla öldürmek değil, yavaş yavaş ortadan kaldırmaktı. O kadar yavaş ki kimse yok olduğunuzu fark etmeyecekti…

*Anlattıklarımın hepsi tamamen hakîkat! Yaşadığım hiçbir şey, olayın şartlarını abartan hastalıklı bir mahkûm fantezisi tezâhürü değil. Binlerce kişi gibi ben de bizi hapseden, bize işkence yapan Çin’in çılgın kasırgasında sürüklendim…

*Şincan’da gerçek duyulamaz. Kamplarda bulunanlar bunu bilirler. Çin hapishânelerinde veya yeniden eğitim kamplarında aylarca veya yıllarca yatıldıktan sonra, yaşananlar anlatılamaz. Sâdece serbest bırakılıp ülkede kalanlar değil, hür olanlar bile polisin boyunduruğu altında yaşarlar. Seni sevseler bile susucaklardır. Sizi şevseler bile, insanlar kendi hayatlarından korkacaklardır.

*Adlarını hiç anmaksızın, sohbetlerin, konuşmaların üzerinden kamplar uçup gider. Bir hâtıra veya bir cümle dolayısıyla kampların adı geçse, kimse soru sormaz. Yutkunuruz. Duymamış gibi davranırız. Böylece onlar bir tür efsâne olarak kalırlar. Kamplar, kısık sesle, hafif tonda anlatılan korkutucu bir hikâyedir. Herkes kampların varlığını bilir. Hepsi orada hapsedilen akrabalarını tanır. Yine de bunun hakkında konuşmuyoruz. Ve bunun hakkında konuşmazsak, o zaman, kamplar yok demektir(!)

*Beni önce yedi yıl ‘yeniden eğitim’ kampına mahkûm ettiler. Vücuduma işkence ettiler ve zihnimi çılgınlığın sınırına getirdiler. Ve şimdi, dâvâmı inceledikten sonra bir yargıç, aslında mâsum olduğuma karar vermişti…

Gulbahar Heyithacı; tüyler ürperten gerçeklerle dolu olan hayat hikâyesinin yayımlanmasının, kendisine ve Doğu Türkistan’daki annesi ile kardeşlerine zarar verebileceğini bildiği halde korkmadı, çekinmedi. Doğu Türkistan Türklerinin mâruz kaldığı korkunç işkenceleri dünyâ duysun, öğrensin diye…

Çin’in ‘Yeniden Eğitim Kampları’ adı altında Uygurlara uyguladığı baskı ve işkenceleri gözler ve idrakler önüne seren gerçek bir hayat hikâyesi…


Doç. Dr. Abdülhâmid Avşar editörlüğünde yayına hazırlanan kitap, 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 240 sayfa olarak Haziran 2021’de yayımlandı.

MİHRÂBAD YAYINLARI: Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan Caddesi Nu: 8 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-514 28 28 Belgegeçer: 0.212-528 24 01 bilgi@mihrabadyayinlari.com www.mihrabadyayinları.com

GÜLBAHAR HEYİTHACI

Doğu Türkistan’ın Kuzeyinde Gulca’da Dünyâ’ya gedi. Petrol Mühendisliği okuduğu Doğu Türkistan Urumçi Üniversitesi’nde tanıştığı Kerim ile evlendi. Karamay’da ki Rafinerilerde Petrol Mühendisi olarak çalışmaya başladı. Pekin yönetiminin zâlimce uyguladığı ırkçılığa daha fazla dayanamayarak ailesi ile birlikte Fransa’ya iltica etti. Siyâsetle en ufak bir ilgilisi olmamasına rağmen, emeklilik işlemleri bahânesiyle Çin’e çağrılıp kamu düzenini bozmak suçlaması ile tevkif edildi. Fransız devleti ve kızı Gülhumar’ın yıllar süren kesif mücâdelesi sâyesinde 3 sene sonra serbest bırakıldı. Hâlen Fransa’da ikamet eden Gülbahar, yazdığı kitabı ile Doğu Türkistan Türklerinin sesi olmaya devam ediyor.

Prof. Dr. MUSTAFA DAŞ

1968 yılında Tokat’ta doğdu. İlk ve Ortaokulu Tokat’ta okudu. İstanbul Kartal Maltepe Lisesi’nden 1985’de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü’nü 1989 yılında bitirdi. Kazandığı devlet bursuyla Fransa’da Université de Poitiers’de Yüksek Lisansını, Université Panthéon-Sorbonne 1’de Türk-Bizans İlişkileri üzerine doktorasını yaptı. Ortaçağ Târihi alanında doçentliğini alan Mustafa Daş, 2012 yılında profesör kadrosuna tâyin edildi. Bölüm Başkanlığı, Merkez Müdürlüğü ve Dekanlık idârî görevlerini üstlendi. Hâlen Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümünde lisans ve lisansüstü düzeyde Ortaçağ Târihi dersleri okutmaktadır. Çok sayıda yüksek lisans ve doktora tezlerine danışmanlık yaptı. Fransa, İngiltere, İsveç, Yunanistan ve Bulgaristan’da misâfir öğretim üyesi olarak seminerler verdi.

Bizans’ın Düşüşü’, ‘Bizans Devlet Kurumları’, ‘Bizans İmparatorluğu Târihi’, ‘Faili Meçhul Türk Hükümdarlar’ adlı kitapları dışında Bizans, Ortaçağ Türk Târihi, Avrupa Târihi üzerine çok sayıda makalesi ve bildirisi bulunmaktadır. İyi derecede Fransızca bilen Mustafa Daş, Fransızca seyahatnâme ve târih kitapları başta olmak üzere çok sayıda eseri Türkçeye kazandırdı. ‘Ortaçağ’da Zehir ve Cinâyet’, ‘Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı’, ‘Dördüncü Murad Döneminde Bir Fransız Seyyahın Maceraları / Du Loir Seyahatnâmesi’, ‘On İki Hayvanlı Türk Takvimi’ başlıca tercümeleridir. Son olarak Fransızcadan, ‘Gülbahar Haitiwaji’nin Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?’ adlı eserini tercüme etti.

ROZENN MORGAT

2015‘te Paris Nanterre Üniversitesinden mezun olan Rozenn Morgat, 2017’de Rennes Siyâset Enstitüsünde Gazetecilik üzerine yüksek lisansını tamamladı. Hâlen Le Figaro Gazetesinde Araçtırmacı Gazeteci olarak çalışmakta olup Uygur Meseleleri ile ilgili araştarmalar yapmaktadır.

‘RUHLARIMIZ ÖLMÜŞ, ZİHİNLERİMİZ ÇILGINLIĞIN SINIRLARINA DAYANMIŞTI’

MUSTAFA NACİ TURAN

Bir insanın hayatı gelen tek bir telefon ile değişebilir mi? Herhangi bir Uygur Türkü için, eğer bu telefon Çin’den geliyor ise en iyisi o telefonu hiç açmamak diyebiliriz.

Târih ile henüz ilk tanışmamızda Uygurların, Orta Asya’da devlet kuran bir Türk boyu olduğunu öğrenir ve Uygur gerçeğinden haberdar oluruz. Uygur Türklerinin kendi alfabelerini icat etmiş ve matbaayı kullanmış olmaları da bizler için ayrı bir gurur kaynağı olmuştur. Bunların ötesinde, Türk târihi ve edebiyatı uzmanları ve sınırlı bir çevre dışında, toplumumuzun çoğunluğu Uygurlar hakkında fazla bir bilgi sâhibi değildir. Hatta Uygurların yaşadığı yurtları muğlak bir ifâde olan ‘Orta Asya’ tâbiriyle ifâde edilir. Kadim Türk vatanı olan ‘Doğu Türkistan’ denildiğinde, ideolojik bir söylem gözüyle bakılır ve ne yazık ki önemsizleştirilir. Oysaki ne kadar görmezden gelinse veya unutulmuşluğa terk edilse de târihte ve günümüzde, bin yıldan fazla bir zamandır, Uygur ve Doğu Türkistan gerçeği varlığını korumuştur. Uygurlar, öz vatanları Doğu Türkistan’da, Türkçenin Uygur lehçesi olan dilleriyle, mânevî değerleri ve âile bağlarıyla, hayat tarzlarıyla, devletler ve siyâsî oluşumlar inşa etmişlerdir.

1949 Yılında Çin, Doğu Türkistan’ı resmen işgal ederek Şincan ‘Xinjiang, / Yeni Sınır’ Özerk Bölgesi olarak yapılandırdı. 1989 Tiananmen Meydanı protestoları ile öğrencilerin baskıcı ve yozlaşmış hükümete karşı olan başkaldırısını çok sert bir biçimde bastıran komünist parti, gelecekte bu tarz olayların yaşanmaması için özellikle Uygur Türklerine gerçek mânâda distopik* bir hayat tarzını dayattı. Her türlü gözetleme, asimilasyon ve soykırıma mâruz kalan Doğu Türkistan Türkleri kadim vatanlarında azınlık durumuna düşürüldüler. Söz konusu bu zulmün modem Dünyâda yeri olmadığı aşikar iken Çin’in ekonomik gücü ile yaptığı şantajların sonucunda Dünyâ bu zulme sessiz kaldı. Her insanın sâhip olması gereken insan hakları Doğu Türkistanlılar için geçerli değildi âdeta. Dünyânın tutumunu bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin ve Türk milletinin bu zülme sessiz kalmasının izahı yoktur.

Bu dâvâyı kendi dâvâmız olarak kabul etmek için, korkunç işkence metodlarını uygulayan Çin’in önce inkâr ettiği, saklayamaz hâle geldiğinde ise ‘yeniden eğitim okulları’ yalanıyla üzerini örtmeye çalıştığı Çin Toplama Kampları’nın iç yüzünü, ilk ağızdan bizzat oradan kurtulmuş Gülbahar Haitiwaij’den dinlemek çok etkili olacaktır. Öyleki 24 saat hareketli kameralarla izlenen ve gün ışığının görülmediği demir perdelerle örtülü koğuşlar, dudakların ufak kımıldaması karşısında ‘duâ ediyorsun’ diyerek verilen hücre cezâları, yatağa zincirle bağlanarak geçirilen günler, sabahın erken saatlerinde başlayıp geç saatlere kadar devam eden eğitimler, yorulmanın yasak olduğu askerî ve psikolojik beyin yıkama eğitimleri, zorla yapılan kısırlaştırıcı ve ‘hâtırâları ve hâfızayı silici’ iğneler, bitmeyen sorgulamalar, her gün bir kişinin adının anons edilip asla geri dönmeyişlerinin yaşattığı sonu gelmez gerginlikler, her an idam edilmeye götürülme korkusu ile geçmek bilmeyen günler…

Gülbahar Heyithacı’nın hâtıralarını okuyunca, bu kamplarda Çin’in kendi adıyla literatürde özel bir yer edinmiş işkence metotlarını, Doğu Türkistan’ı Türksüz hâle getirmek için yaptıklarını ve kampların gerçek yüzünü öğrenecek; çâresizliğin verdiği bir isyan duygusu ve içten içe kabaran bir öfkeyi hissedeceksiniz. Uygur Türklerinin kendi vatanlarında binlerce yıl yaşadıkları topraklarında nasıl bir kıskaç içinde yok edilmekte olduklarını, Çin’in, ‘bölücülük’, ‘dînî radikalizmle mücâdele’ iddialarının nasıl bir yalan ve göz boyamadan ibâret olduğunu, ekonomik gücünü ve beşinci kol faaliyetlerini kullanarak bunlarla Dünyâyı nasıl aldattığını yüreğiniz daralarak birinci ağızdan idrak edeceksiniz.

Gülbahar Hativaci, yaşadığı onca acı ve mâruz kaldığı insanlık dışı işkencelere uzun süre suskun kalmayı seçmiştir. Çünkü Çin Hükümeti, sürekli O’nu, Doğu Türkistan’da kalan annesi ve kardeşlerini de toplama kamplarına kapatmakla tehdit etmiştir. Bu sebeple Çin’in artan yalanları ve göz boyamaları karşısında bedeli ne olursa olsun bu gerçeği Dünyâ kamuoyuna açıklamaya karar vermesi uzun derûnî gerginlikler yaşamasına yol açmış, sonunda Uygur Türklerinin geleceğini düşünerek harekete geçmeye karar vermiştir.

Bu eser bir Uygur kadının Çin’in toplama kamplarında yaşadığı zulüm hâtırâlarıdır. Ve bugün Çin, Şincan’da toplama kampı kurma işini durdurmak bir yana Uygurları kamplara taşımaya devam ederken, kadınlarını kısırlaştırırken Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve herhangi bir milletlerarası heyet günümüzde bu soykırımın boyutunu tespit etmeyi başaramadı. Çin Kampından Nasıl Kurtuldum? isimli kitap söz konusu kamplardan kurtulup yaşananlara şâhitlik eden ilk kişi olan Gülbahar Haitiwaji’nin bir sesi olması bakımından çok önemlidir.